Bilgelik Sevgisi Olarak Felsefe

Ünlü Yunan filozofu Aristoteles (384-322), felsefenin antik Yunan’daki doğuşunda ilk felsefeci ya da filozofların duydukları merak ve hayretin çok belirleyici bir rol oynamış olduğunu söyler. Nitekim Batı felsefesinin ilk filozofu olarak kabul edilen Thales’le ilgili olarak aktarılan bir öykü ya da anekdot, bu durumu iyi bir biçimde açıklar:

Batı Anadolu kıyılarında yaşayan, geçim sıkıntısı çekmeyen bir filozof olarak Thales’in ilgileri, ortalama insanın ilgilerinden farklıydı. Gündelik işlerini kölesi veya hizmetkârına yaptıran Thales, “bir şeylerin neden var olduğunu” merak ediyordu. Hatta yeryüzündeki şeyleri bir tarafa bırakıp “gökyüzünde olup bitenlere” ilgi göstermişti. O, bir gün yanında Trakyalı hizmetkârı da olacak şekilde gezintiye çıkmıştı; anlatılanlara göre gökyüzüne bakarken önündeki çukuru göremeyip yere boylu boyunca serilmişti. Thales yere serilmekle de kalmayıp kölesinin alayına hedef olmuştu. Kölesi “Siz filozoflar böylesiniz; ayağınızın altındakileri görmezken göklerde olup biteni anlamaya çalışırsınız!” demişti.

Thales dünyanın neredeyse kusursuz düzeni, mevsimlerin birbirlerini kusursuzca izleyişi karşısında hayrete düşmüştü; gökyüzündeki Güneş, Ay ve yıldızların muhteşem görünüm ve dizilişi karşısında adeta dehşete kapılmıştı. Bu düzenin kaynağını, gökyüzündeki dev nesneler arasındaki ilişkiyi, var olanların nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyordu. Felsefeyi ve bilimi yaratan da onun bu merakıydı. Gerçekten de insan, merak eden ve diğer canlı türlerinden farklı olarak olup biten hemen her şeyi hayretle karşılayan bir varlıktır. İnsanın bu özelliğini en iyi ifade edenlerden biri de meşhur İngiliz filozofu Thomas Hobbes (1588-1678) olmuştur. Nitekim Hobbes, “Gördüğü olayların sebeplerini araştırmak insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” diyordu.

Felsefeyle uğraşabilmek, felsefeci olabilmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, işte bu merak ve hayret etme yeteneğidir. Bu yetenek aslında bütün çocuklarda, özellikle de küçük çocuklarda vardır. Hepimiz çocukların “Yalan söylemek neden yanlıştır?”, “İnsanlar ölünce nereye giderler?” benzeri sorularına muhatap oluruz. Hele hele biraz daha gelişen ve büyüyen çocuklar “Eğer özgür bir ülkede yaşı yorsam, yapmak istediğim her şeyi neden yapamıyorum?” türünden yanıtlanması kolay olmayan soruları sormadan yapamazlar. Fakat çocukların ve gençlerin büyük bir kısmı sonraki yaşlarında hayret ve meraklarını yitirirler; alışkanlığa teslim olurlar. Gerçekten de felsefi sorular bütün insanları çok yakından ilgilendirmekle birlikte, herkes felsefeci olamaz; herkes felsefi sorularla ilgilenmez. İnsanlar günlük hayata çok farklı nedenlerle öylesine sıkı bir şekilde bağlanırlar ki hayata ve dünyaya hayret etme duygularını bastırırlar. Felsefeciler gibi çocuklar için de dünya ve onun üzerinde olup biten her şey yenidir; bu yüzden her şey, onların merak ve şaşkınlığına konu olur. Oysa yetişkinlerin pek çoğu dünyayı olağan bir şey olarak görür. Onlar, şaşırtıcı görünümler sergileyen hayatı olduğu gibi benimserler; kalabalığın bir parçası haline gelip alışkanlığın etkisiyle herkesin yaşadığı gibi ve sorgulamadan yaşarlar.

Gerçekten de çoğumuz ömrümüzün bir noktasında, felsefi soruları unuturuz. Bunun önemli nedenlerinden bir diğeri de şüphe etmekten vazgeçmemiz, dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. şüphe, sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir faktördür. şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. Şüphe eden insan, gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini, görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır. Bununla birlikte şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine açık iki alternatiften biri olarak şüphe yerine rahat bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklara bel bağlarlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan ya da şüphe etmeden yaşayanlar, çoğu zaman bireyselliklerini veya bireysel kimliklerini unutarak kolektif kimliklerine bağlanırlar; herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler.

Bu durumu en iyi anlatan filozoflardan biri meşhur “Mağara Benzetmesi”yle antik Yunan filozofu Platon’dur. Platon, bu benzetmesinde bizden bir yer altı mağarasında yaşayan birtakım insanlar düşünmemizi ister. Bu insanlar, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağarasının en dibinde ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak oturmaktadırlar. Bu yüzden yalnızca önlerindeki duvarı görebilirler. Onların arkalarına uzun ve büyük bir perde çekilmiştir. Perdenin gerisinde ise birbirleriyle konuşarak koşuşturup duran insanlar bulunmaktadır. Bu koşuşturan insanların arkalarında büyük bir ateş bulunduğu için onların gölgeleri duvara vurmaktadır. Zincire vurulmuş insanlar, perdeden duvara vuran gölgeleri gerçek sanırlar; aslında arkadan gelen insan seslerinin duvardaki gölgelerden geldiğini düşünürler. Onlar bütün hayatları boyunca görüp durdukları bu gölgelerin gerçek olmayabileceğinden en küçük bir şüphe duymazlar. Platon bu noktada bir teklifte bulunup, bizden bu kez “bu mahkûmlardan birinin prangalarından kurtarılarak, yüzünün geriye, ışık kaynağına çevrilmesinin sağlandığını” düşünmemizi ister. Eski mahkûm bu yeni duruma, muhtemeldir ki uyum sağlamayacaktır; onun gözleri kamaşacak, hatta belki de kör olabilecektir. Platon’un yorumuna göre insanın alışkanlıklarını terk etmesi çok zor olduğu için, o eski yerine, zincirlerine dönmek isteyecektir.

Felsefenin doğuşunda, merak ve şüphenin önemli bir rol oynadığını dile getiren antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe philosophia sözcüğüyle karşılamıştır. Gerçekten de philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen “phileo” fiiliyle bilgelik anlamına “sophia” sözcüklerinden türetilmiş olup bilgelik sevgisi veya hikmet arayışı anlamını taşır. Bilgelik, kesinlikle çok fazla şey bilme, çeşitli kaynaklardan ansiklopedik bilgiler veya gözlem yoluyla çok sayıda deneyim biriktirme anlamına gelmez. Bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı kullanma, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlama anlamına gelir. Buna göre bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun ya da doğru eylemde bulunmak, aşırılıktan ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri metanetle karşılamaktan ibaret olan bir ahlak kavrayışı ya da moral duruş değildir. O, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, belli bir entelektüel tutum, olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, varlığın yapısına ve hayatın anlamına dair derinlikli bir vizyon, eylemlerin ilkeleri ve nihai amaçlarla ilgili kuşatıcı bir düşünüm anlamına gelir. Söz konusu bilgeliği, antik Yunan’da olabilecek en iyi şekilde açıklayanlardan biri de Platon’dur. Nitekim o, hocası Sokrates’in hayatını ve idam cezasıyla yargılanmak üzere verildiği mahkemede yaptığı savunmayı anlattığı eseri Sokrates’in Savunması’nda, bilgeliğe sahip olan veya onu arayan kişiye filozof derken söz konusu bilgeliği eleştirel tartışma ya da sorgulamadan geçebilen, sorgulayıcı bir sınamayı başarıyla aşabilen bir bilgelik olarak ifade eder. Felsefeye özgü bu bilgeliğin diğer bilgi veya bilgelik türlerinden tamamen farklı olduğunu savunan Platon’a göre, ne devlet adamı ne zanaatkâr ne de ozan, fiilen icra etmekte olduğu işi neden yapmakta olduğunu, hayatının nihai amacını açıklayabilecek durumdadır. Zira farklı meslekten olan bu insanlar amaçların bilgisinden yoksun olmaya ek olarak yapıp etmeleri için temel ilke ve fikirlerden oluşan açık ve sorgulanabilir bir sistem oluşturmuş değildirler. Platon’un söz konusu felsefe telakkisinin bakış açısından, bir kimsenin zaman zaman bilgece veya âdil ya da güzel bir şey yapmış olması, onun gerçek bilgeliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Her yönü ve bütün dayanaklarıyla temellendirilmiş bir hayata erişebilmesi için, onun eylemlerinin, yapıp etmelerinin ve bir bütün olarak da hayatının hesabını, her tür eleştirel sınama veya sorgulamadan başarıyla geçecek şekilde verebilmesi gerekir.

Platon’un çizdiği filozof resmi ve ifade ettiği bilgelik anlayışı, antik Yunan’da Pythagorasçılar tarafından milattan önce altıncı yüzyıldan itibaren geliştirilen felsefeci imgesiyle tamamen uyumludur. Söz konusu felsefeci imgesi, Olimpiyat Oyunları’nda biri şan şeref için koşmaya gelen atletin, diğeri oyunlar vesilesiyle bir şeyler satarak para kazanmaya çalışan satıcı ya da tüccarın ve sonuncusu da bütün bu curcuna içinde, insanların ne yapmaya çalıştıklarını, hangi motiflerle eylediklerini anlamaya çalışan filozofun duruşu veya hayatı olmak üzere, üç farklı hayat tarzı bulunduğunu dile getiren “üç hayat öğretisi”nden çıkan filozof resmidir. Bu metaforda, satıcı ya da tüccarlar, maddeye belli bir düşkünlük gösteren, yalnızca parayla mutlu olunabileceğini düşünen insan tipini ifade eder. Atlet ise egosu güçlü, şan ve şeref peşinde koşan, her daim kendini kanıtlama mücadelesi veren insanı gösterir. Oysa felsefeci, olup bitenleri anlamaya çalışan, insanları peşlerinden koşturan şey ya da güçlerin gerçek değerini kavrama çabası içinde olan, kısacası sadece insanları değil, bir bütün olarak hayatı anlamaya çalışan insanı ifade eder.
Share on Google Plus

About aytek

0 yorum:

Yorum Gönder